22 Kasım 2012 Perşembe

Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm


Yazar: Zülfü Livaneli
Yayın Evi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 212
Basım Tarihi: Mart 2012

Okudukça sevdiğim, sevdikçe okuduğum yazar Zülfü Livaneli yine okuma sevgimi perçinledi. Stockholm'de yaşayan bir grup mültecinin hikayeleri daha önce hiç rastlamadığım bir anlatım tekniğiyle anlatılmış. Sadece mülteciler değil, Türkiye'de yaşanan darbeler, darbeciler ve darbe sonrası yaşananların hikayesi çok güzel anlatılmış. Bölümler önce yazarın ağzından, daha sonra ana karakterin ağzından aktarılmış. Çok da güzel olmuş. Özellikle ana karakterin yazdığı bölümler derinlemesine psikolojik tahlilere dayanan saptamalar barındırıyor. Bu açıdan çok iyi bir gözlem ürünü olduğu aşikar. 


Altını Çizdiğim Bölümler:
"Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım kediye dönüşmekti. Artık hayatımda bağlanmalara, başkasını kendime bağlama çabalarına yer yoktu. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı, ölümün kendisinden daha feci bir şeydir, bunu yaşayarak öğrendim. Bağlanmalar yüzünden aklımı kaçırmanın kıyısında dolaştım uzun süre. İçime karanlık yerleşmişti; bir türlü söküp atamadığım, kusamadığım, çıkaramadığım koyu bir karanlık. O dönemde yaşamayı unutmuştum sanki. Bunu birisinin hatırlatması gerekiyordu. "Nefes almam gerek" diye düşünmesem nefes alamayacaktım. Bütün bunlar bir köpek gibi bağlanmam, sevgi ve merhamet dilenmem yüzünden başıma gelmişti. İnsan denilen yaratıklara ilişkin düşüncelerimin yanlışlığı yüzünden. Bütün köpekler saftır zaten. Oysa şimdi bir kediyim ben: uzak, denetimli, soğukkanlı ve güçlü bir kedi. Eski Mısır'da, Beni Hassan'da yapılmış 300.000 kedi mumyasından biri. Onlar kadar soğuk, onlar kadar güçlü ve mağrur."

Arka Kapak:
“Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel! Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman.”
Yaşar Kemal
“Arkadaşlarım bunun farkında değil ama ben bu bağlantıların üstünde ya da dışındayım. Onlar gibi davranmaya, onlara benzemeye çalışıyorum, lakin içim farklı, işte romanı yazan zavallı arkadaşımın inemediği derinliklerden biri de bu. O beni, politik geçmişi olan ve Kuzey sürgününe savrulmuş, sıradan insanlardan biri sanıyor. Başımdan geçenleri, benden daha ilginç buluyor. İçimdeki derin ve köklü karanlığın farkında değil. Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.” 

12 Mart rüzgârlarının İstanbul’dan Stockholm’e savurduğu bir mülteci 
olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye’den bir hastayla karşılaşır. 
Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. 
Ondan intikamını almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı 
ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar. 
Ancak, bu planı gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir... 
Zülfü Livaneli’nin usta kaleminden, sürgün yaşamı ve öldürmek-bağışlamak ikilemi üzerine, okurları ve eleştirmenleri değişik kurgusu 
ve beklenmedik final(ler)iyle de etkileyen, kusursuz bir roman.

16 Eylül 2012 Pazar

Yedinci Gün


Yayıma hazırlandığını duyduğum andan itibaren okumak için sabırsızlandım. Günlerce, aylarca yolunu gözledim. Ve dağıtıma çıktığında hiç beklemeden sipariş verdim. Heyhat elime geçtiği anda hiç vakit kaybetmeden başladım okumaya. Her sayfada, hatta her satırda düşünmeden edemedim; sen ne güzel bir insansın Uzun İhsan! Bu kadar geniş sözcük haznesi, bu kadar geniş bir hayal dünyası, bu kadar etkileyici bir anlatım gücü ve daha bir çok şey bir insanda nasıl vücut bulurun cevabını buldum ben bu kitapta her şeyden önce. Çok, çok, çok beğendim. 

***

KİMDİR BU KALEMBAZ UZUN İHSAN EFENDİ? 
Yüz altmış milyon yıl boyunca kara hayatında egemen olmuş etçil ve ot obur dinozorların nesillerinin tükenmesinden çağlar sonra, bakire Meryem anamızın doğurduğu İsa Mesih’ten yaklaşık iki bin yıl sonra, Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretlerinden de yaklaşık bin beş yüz yıl sonra, kör lakabıyla anılan şairlerin en yücesi Homeros’un topraklarını bir zamanlar çiğnediği düşünülen Smyrna kentinde yaşayan ve yine bu kentte yaşayan felsefeye gönül vermiş gençleri yetiştiren, ancak başka bir liman kentinin sokakları üzerine hayaller üreten, Kalembaz Uzun İhsan Efendi adıyla kendini romanlarında bir nebze göstermiş bir yazar yaşarmış. Nam-ı diğer İhsan Oktay Anar, uzun boyuyla ve kalabalık içine karışmaktan huylanmasıyla bilinirmiş ama asıl ününü yazdığı romanlarıyla kazanmış. Onun kitabını okuyan herkesin içine bir merak düşermiş, nereden buluyor bunca kelimeyi diye.

***


Evliya Çelebi’nin torunu

Düsseldorf’a giden uçakta kitap okuyorum. Yanım yörem yabancılara dolu. Arada bir bana garip garip baktıklarını hissediyorum. Çünkü okuduğum kitabın bazı bölümleri beni yüksek sesle gülmeye zorluyor. Oysa adetim eğildir, kitap okurken sesli sesli gülmem ama bu kitap daynılmaz biçimde gülme isteği uyandırıyor.

Üstelik bir mizah kitabı da değil bu, tarihi bir roman. Komiklik olsun diye yazılmış tek satır yok içinde. Ama yazar, Abdülhamit devrine öyle keskin gözlemlerle, öyle can alıcı satırlarla yaklaşıyor ki, ister istemez zekâsına hayranlık duyuyorsunuz ve zaten dolup taşmakta olduğunuz bu duygu, ilginç bir cümlede gülme olarak patlayıveriyor.

Mesela, ceketlerine tek bir altın dikilip ellerine tulum peyniri, bulgur çuvalı, tavuk ve dövüş horozu verilerek İstanbul gurbetine gönderilen Anadolu köylüleri bölümünü okuyorsunuz. Toplu olarak yatıp kalktıkları handa başlarına gelen gaz patlaması felaketinden birkaç gün sonra, yine gündelik hallerine geri döndüklerini okuyup, şakalaşmalarını anlatan cümleye geliyorsunuz. En sevdikleri şey birbirlerinin husyelerini yakalayıp zorla Hamidiye marşı okutmak. Eğlence anlayışları bu.

İster istemez gülüyorsunuz ama yanınızdaki Alman neye güldüğünüzü sorsa, birbirlerinin husyelerini sıkıp Hamidiye marşı okutma meselesini nasıl çevireceksiniz.

Kitabı okuyanlar zaten anlamıştır. İhsan Oktay Anar’ın yeni romanı Yedinci Gün’den bahsediyorum (İletişim Yayınları).

İlk romanından beri zevkle, hayranlıkla takip ettiğim İhsan Oktay, bana göre bu dönemin en başarılı romancısı, dünyada eşine ender rastlanacak bir anlatım ustası.

Kurduğu roman dünyası bir okur olarak beni cezbediyor, her kitabının her satırını zevk alarak okuyorum. Biliyorsunuz bu özellik (yani okurken zevk almak) yavaş yavaş ortadan kalktı. Artık pek çok kitap, okuma zevki vermiyor.

İhsan Oktay, doğu dünyasına ait bir anlatıcı ve kitapları onun Evliya Çelebi’nin torunu olduğu izlenimini uyandırıyor bende. Gerçi Evliya bir gezgindi, İhsan Oktay ise İzmir’den pek çıkmıyor. Ama o da zamanının çoğu zihinsel, düşsel yolculuklarda geçiriyor.

Romanın dili, Evliya Çelebi’de olduğu gibi çok zengin. Artık lügattan çıkmış kelimelerle, Osmanlı ve halk deyimleriyle, eskiden beri meraklı olduğu Osmanlıca teknik terminolojiyle dolu. Bazen kitabı, Mühendishane-i Berri-i Humayun mezunu bir son dönem Osmanlı mühendisinin yazdığı duygusuna kapılıyorsunuz. 

Bazen de dili iyice savuruyor. Anlattığı sahneyi tasvir etmekle kalmıyor, orkestra bölümünde olduğu gibi, dilin ritmiyle de müziği duyurmak istiyor. Aynı durum telsiz mesajlarında da görülüyor.

Yedinci Gün, kendini kolay kolay ele veren bir roman değil. Okurdan büyük bir dikkat, zekâ ve bilgi talep ediyor. Hemingway’in Paris için söylediği, “Öyle bir şehirdir ki, sen ne kadar talep edersen o kadar verir” sözü, bu roman için de geçerli. Okur kendi kapasitesine göre ya sığ sularda yüzer ya da derinlere kulaç atar.

İhsan Oktay’ın okurlarına çeşitli tuzaklar kurduğunu, zekâ yarışmasına girdiğini ve “Bakalım ne kadar anlayacaksın?” diye kıs kıs güldüğünü görür gibiyim.

Bir örnek vereyim. Romanda, okuduğu bir ayet üzerine din değiştirerek Müslüman olan ayyaş bir Alman var. İşin ilginci bu adam bir İslâm ermişi olarak çıkıyor karışımıza ve daha düne kadar şarap iptilasından dolayı Zom lakabıyla çağrılan bu şahsa Arap Camii’nin cemaati, memleketinden ötürü “Aman Baba’’ demeye başlıyor.

Niye Aman Baba? Dikkatsiz bir okur bu cümleyi okuyup geçebilir. Ancak romanı çözmeye çalışan birisi, Alman’ın niye memleketinden ötürü “Aman Baba”ya dönüştüğünü kavrayıp gülümseyebilir. Çünkü bir İslâm babasına “Alman Baba” denmesi yakışık almayacağı için cemaat bu ismi “Aman Baba”ya çevirmiştir. Ama kitapta bu anlatılmaz, “Memleketinden ötürü” denilip geçilir. Bazı okurlar anlar bazıları anlamaz.

Başka bir cümleyi örnek vereyim. Şöyle yazıyor İhsan Oktay: “ÖYediği halt bununla da kalmaz, bir yandan da Rabile nam bir Fransız’ın kaleme aldığı Kögrantüa adlı müstehcen eseri, bu kitap kendisine söve dövüle ezberletilmiş Arap uşaktan dinlerdi.”

Eğer okur, 16. yüzyıl Fransız yazarı Rabelais’yi ve onun “cismani zevkler”e düşkün baba-oğul iki devi anlattığı “Gargantua ve Pantagrel’in Hayatı” adlı beş ciltlik romanını biliyorsa ne ala. O zaman kitabı okutan “Allahsız Paşaoğlu”nun hedonist hayatı üzerine bir fikir edinebilir. Ama bilmiyorsa acayip laflar edilmiş diyerek bu bölümü hızla geçebilir. Çünkü yazar bize bunu da anlatmıyor. İş okura kalıyor.

Aslında İhsan Oktay üzerine daha kapsamlı, uzun metinler yazabilirim ama gazete yazısı çerçevesinde şimdilik bu kadarla yetinmek zorundayım.

Benim için İhsan Oktay’ın en çekici yanı, okur olarak bir sonraki romanını dört gözle beklemektir. Çünkü yazar, zihnindeki fantastik evrenin kapılarını yarım da olsa aralayarak, bize harikalar diyarını bir parça görme imkânı veriyor.

Zülfü Livaneli

***

5 Eylül 2012 Çarşamba

Mutluluk

Yazar: Zülfü Livaneli
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 392  
Basım Tarihi: 2011, 71. Baskı

Okunmayı bekleyen kitaplar stokumu eritmeye çalıştığım yazın şu son günlerinde, okumak için Mutluluk'u seçerek son derece yerinde bir iş yapmışım. Diğer Livaneli kitapları gibi bu da bir solukta bitti. Kitabın olay örgüsünü o kadar beğendim ki vakit kaybetmeden Abdullah Oğuz'un kitaptan uyarladığı Mutluluk filmini de izledim üstüne. Ama filmden, kitaptan aldığım o tadı alamadım. Bir kere kitaptaki olaylar çok yüzeysel olarak ele alınmış, kitaptaki derin karakter tahlilleri çok iyi işlenmemiş ve hikaye sadece Meryem üzerinden anlatılmış. Kısacası yönetmen kitaptan çok kendi kafasındaki hikayeyi anlatmayı tercih etmiş. Bu bağlamda töre kurbanı bir kadının hikayesini anlatmakta başarılı mı diye bakarsak; evet başarılı diyebiliriz.

Romanda Livaneli toplumsal olaylara ilişkin gözlemlerini üç farklı karakter aracılığıyla aktarıyor bizlere. Tecavüze uğradığı için ailesi tarafından ölüme mahkum edilen Meryem, onu öldürmekle görevlendirilen kuzeni Cemal ve (içsel) bir yolculuğa çıkan Prof. İrfan Kurudal'ın kesişen hayatlarının hikayesi çok başarılı anlatılmış. 

Arka Kapak:
Meryem: Van Gölü kıyısındaki bir kasabada, Allah’ın kendisini 
sevmesinden başka bir şey beklemeyen 17 yaşında bir kız. Şeyh amcasının tecavüzüne uğramış. Bir töre cinayetine kurban gitmek üzere.
Prof. Dr. İrfan Kurudal: İstanbullu tanınmış bir aydın. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış. Sahip olduğu her şeyi geride bırakarak, teknesiyle amaçsız bir Ege yolculuğuna çıkıyor. 
Cemal: Gabar Dağları’nda PKK peşinde koşmuş bir komando. Askerliğini bitirip eve döndüğünde ömrünün en zor göreviyle karşı karşıya kalıyor: Ailenin yüzkarası amca kızını töre gereği öldürmesi gerekiyor. 
Her biri mutluluğu arayan Meryem, İrfan ve Cemal, kendilerinin, birbirlerinin ve ülkenin ruhunun derinlerine doğru çalkantılı bir yolculuğa çıkıyorlar. Peki, onları neler bekliyor?

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Uçurtma Avcısı


Yazar: Khaled Hosseini
Yayınevi: Everest Yayınları 
Çevirmen: Püren Özgören
Sayfa Sayısı: 356  
Basım Tarihi: 2012, 23. Basım

Okumak için uzun zamandır kitaplığımda bekleyen bu kitabı okumaya nihayet dün başladım ve soluksuz bitirdim. Gerçekten -her ne kadar bazı yerlerde tesadüflere abartılı şekilde yer verilmiş olsa da- bu kadar popüler olmasını hak edecek kadar güzel bir kurgusu vardı. Yazarın oluşturduğu olay örgüsü kadar sözcükleri kullanımı da oldukça etkileyiciydi. 

Kitap, zengin bir babanın oğlu olan Emir ve hizmetkarları Alinin oğlu olan Hasan'ın Afganistan'da geçen çocukluklarıyla başlıyor. Kitabın sonuna kadar dostluk, sadakat, ihanet, etnik kökenin doğuştan getirdiği haklar, haksızlıklar, Afganistan'ın dönüşümü ve içsel hesaplaşmalara şahit oluyoruz. 

Okurken hayatı sorgulatan ve aslında o kadar da adil olmadığını hatırlatan bir kitap. 

Ah sevgili Hasan; "Senin için bin tane olsa yakalarım."

Arka Kapak:
Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur. Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. 

Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz. 

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor. 

Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...