22 Kasım 2012 Perşembe

Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm


Yazar: Zülfü Livaneli
Yayın Evi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 212
Basım Tarihi: Mart 2012

Okudukça sevdiğim, sevdikçe okuduğum yazar Zülfü Livaneli yine okuma sevgimi perçinledi. Stockholm'de yaşayan bir grup mültecinin hikayeleri daha önce hiç rastlamadığım bir anlatım tekniğiyle anlatılmış. Sadece mülteciler değil, Türkiye'de yaşanan darbeler, darbeciler ve darbe sonrası yaşananların hikayesi çok güzel anlatılmış. Bölümler önce yazarın ağzından, daha sonra ana karakterin ağzından aktarılmış. Çok da güzel olmuş. Özellikle ana karakterin yazdığı bölümler derinlemesine psikolojik tahlilere dayanan saptamalar barındırıyor. Bu açıdan çok iyi bir gözlem ürünü olduğu aşikar. 


Altını Çizdiğim Bölümler:
"Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım kediye dönüşmekti. Artık hayatımda bağlanmalara, başkasını kendime bağlama çabalarına yer yoktu. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı, ölümün kendisinden daha feci bir şeydir, bunu yaşayarak öğrendim. Bağlanmalar yüzünden aklımı kaçırmanın kıyısında dolaştım uzun süre. İçime karanlık yerleşmişti; bir türlü söküp atamadığım, kusamadığım, çıkaramadığım koyu bir karanlık. O dönemde yaşamayı unutmuştum sanki. Bunu birisinin hatırlatması gerekiyordu. "Nefes almam gerek" diye düşünmesem nefes alamayacaktım. Bütün bunlar bir köpek gibi bağlanmam, sevgi ve merhamet dilenmem yüzünden başıma gelmişti. İnsan denilen yaratıklara ilişkin düşüncelerimin yanlışlığı yüzünden. Bütün köpekler saftır zaten. Oysa şimdi bir kediyim ben: uzak, denetimli, soğukkanlı ve güçlü bir kedi. Eski Mısır'da, Beni Hassan'da yapılmış 300.000 kedi mumyasından biri. Onlar kadar soğuk, onlar kadar güçlü ve mağrur."

Arka Kapak:
“Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel! Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman.”
Yaşar Kemal
“Arkadaşlarım bunun farkında değil ama ben bu bağlantıların üstünde ya da dışındayım. Onlar gibi davranmaya, onlara benzemeye çalışıyorum, lakin içim farklı, işte romanı yazan zavallı arkadaşımın inemediği derinliklerden biri de bu. O beni, politik geçmişi olan ve Kuzey sürgününe savrulmuş, sıradan insanlardan biri sanıyor. Başımdan geçenleri, benden daha ilginç buluyor. İçimdeki derin ve köklü karanlığın farkında değil. Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.” 

12 Mart rüzgârlarının İstanbul’dan Stockholm’e savurduğu bir mülteci 
olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye’den bir hastayla karşılaşır. 
Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. 
Ondan intikamını almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı 
ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar. 
Ancak, bu planı gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir... 
Zülfü Livaneli’nin usta kaleminden, sürgün yaşamı ve öldürmek-bağışlamak ikilemi üzerine, okurları ve eleştirmenleri değişik kurgusu 
ve beklenmedik final(ler)iyle de etkileyen, kusursuz bir roman.

16 Eylül 2012 Pazar

Yedinci Gün


Yayıma hazırlandığını duyduğum andan itibaren okumak için sabırsızlandım. Günlerce, aylarca yolunu gözledim. Ve dağıtıma çıktığında hiç beklemeden sipariş verdim. Heyhat elime geçtiği anda hiç vakit kaybetmeden başladım okumaya. Her sayfada, hatta her satırda düşünmeden edemedim; sen ne güzel bir insansın Uzun İhsan! Bu kadar geniş sözcük haznesi, bu kadar geniş bir hayal dünyası, bu kadar etkileyici bir anlatım gücü ve daha bir çok şey bir insanda nasıl vücut bulurun cevabını buldum ben bu kitapta her şeyden önce. Çok, çok, çok beğendim. 

***

KİMDİR BU KALEMBAZ UZUN İHSAN EFENDİ? 
Yüz altmış milyon yıl boyunca kara hayatında egemen olmuş etçil ve ot obur dinozorların nesillerinin tükenmesinden çağlar sonra, bakire Meryem anamızın doğurduğu İsa Mesih’ten yaklaşık iki bin yıl sonra, Peygamber Efendimizin Medine’ye hicretlerinden de yaklaşık bin beş yüz yıl sonra, kör lakabıyla anılan şairlerin en yücesi Homeros’un topraklarını bir zamanlar çiğnediği düşünülen Smyrna kentinde yaşayan ve yine bu kentte yaşayan felsefeye gönül vermiş gençleri yetiştiren, ancak başka bir liman kentinin sokakları üzerine hayaller üreten, Kalembaz Uzun İhsan Efendi adıyla kendini romanlarında bir nebze göstermiş bir yazar yaşarmış. Nam-ı diğer İhsan Oktay Anar, uzun boyuyla ve kalabalık içine karışmaktan huylanmasıyla bilinirmiş ama asıl ününü yazdığı romanlarıyla kazanmış. Onun kitabını okuyan herkesin içine bir merak düşermiş, nereden buluyor bunca kelimeyi diye.

***


Evliya Çelebi’nin torunu

Düsseldorf’a giden uçakta kitap okuyorum. Yanım yörem yabancılara dolu. Arada bir bana garip garip baktıklarını hissediyorum. Çünkü okuduğum kitabın bazı bölümleri beni yüksek sesle gülmeye zorluyor. Oysa adetim eğildir, kitap okurken sesli sesli gülmem ama bu kitap daynılmaz biçimde gülme isteği uyandırıyor.

Üstelik bir mizah kitabı da değil bu, tarihi bir roman. Komiklik olsun diye yazılmış tek satır yok içinde. Ama yazar, Abdülhamit devrine öyle keskin gözlemlerle, öyle can alıcı satırlarla yaklaşıyor ki, ister istemez zekâsına hayranlık duyuyorsunuz ve zaten dolup taşmakta olduğunuz bu duygu, ilginç bir cümlede gülme olarak patlayıveriyor.

Mesela, ceketlerine tek bir altın dikilip ellerine tulum peyniri, bulgur çuvalı, tavuk ve dövüş horozu verilerek İstanbul gurbetine gönderilen Anadolu köylüleri bölümünü okuyorsunuz. Toplu olarak yatıp kalktıkları handa başlarına gelen gaz patlaması felaketinden birkaç gün sonra, yine gündelik hallerine geri döndüklerini okuyup, şakalaşmalarını anlatan cümleye geliyorsunuz. En sevdikleri şey birbirlerinin husyelerini yakalayıp zorla Hamidiye marşı okutmak. Eğlence anlayışları bu.

İster istemez gülüyorsunuz ama yanınızdaki Alman neye güldüğünüzü sorsa, birbirlerinin husyelerini sıkıp Hamidiye marşı okutma meselesini nasıl çevireceksiniz.

Kitabı okuyanlar zaten anlamıştır. İhsan Oktay Anar’ın yeni romanı Yedinci Gün’den bahsediyorum (İletişim Yayınları).

İlk romanından beri zevkle, hayranlıkla takip ettiğim İhsan Oktay, bana göre bu dönemin en başarılı romancısı, dünyada eşine ender rastlanacak bir anlatım ustası.

Kurduğu roman dünyası bir okur olarak beni cezbediyor, her kitabının her satırını zevk alarak okuyorum. Biliyorsunuz bu özellik (yani okurken zevk almak) yavaş yavaş ortadan kalktı. Artık pek çok kitap, okuma zevki vermiyor.

İhsan Oktay, doğu dünyasına ait bir anlatıcı ve kitapları onun Evliya Çelebi’nin torunu olduğu izlenimini uyandırıyor bende. Gerçi Evliya bir gezgindi, İhsan Oktay ise İzmir’den pek çıkmıyor. Ama o da zamanının çoğu zihinsel, düşsel yolculuklarda geçiriyor.

Romanın dili, Evliya Çelebi’de olduğu gibi çok zengin. Artık lügattan çıkmış kelimelerle, Osmanlı ve halk deyimleriyle, eskiden beri meraklı olduğu Osmanlıca teknik terminolojiyle dolu. Bazen kitabı, Mühendishane-i Berri-i Humayun mezunu bir son dönem Osmanlı mühendisinin yazdığı duygusuna kapılıyorsunuz. 

Bazen de dili iyice savuruyor. Anlattığı sahneyi tasvir etmekle kalmıyor, orkestra bölümünde olduğu gibi, dilin ritmiyle de müziği duyurmak istiyor. Aynı durum telsiz mesajlarında da görülüyor.

Yedinci Gün, kendini kolay kolay ele veren bir roman değil. Okurdan büyük bir dikkat, zekâ ve bilgi talep ediyor. Hemingway’in Paris için söylediği, “Öyle bir şehirdir ki, sen ne kadar talep edersen o kadar verir” sözü, bu roman için de geçerli. Okur kendi kapasitesine göre ya sığ sularda yüzer ya da derinlere kulaç atar.

İhsan Oktay’ın okurlarına çeşitli tuzaklar kurduğunu, zekâ yarışmasına girdiğini ve “Bakalım ne kadar anlayacaksın?” diye kıs kıs güldüğünü görür gibiyim.

Bir örnek vereyim. Romanda, okuduğu bir ayet üzerine din değiştirerek Müslüman olan ayyaş bir Alman var. İşin ilginci bu adam bir İslâm ermişi olarak çıkıyor karışımıza ve daha düne kadar şarap iptilasından dolayı Zom lakabıyla çağrılan bu şahsa Arap Camii’nin cemaati, memleketinden ötürü “Aman Baba’’ demeye başlıyor.

Niye Aman Baba? Dikkatsiz bir okur bu cümleyi okuyup geçebilir. Ancak romanı çözmeye çalışan birisi, Alman’ın niye memleketinden ötürü “Aman Baba”ya dönüştüğünü kavrayıp gülümseyebilir. Çünkü bir İslâm babasına “Alman Baba” denmesi yakışık almayacağı için cemaat bu ismi “Aman Baba”ya çevirmiştir. Ama kitapta bu anlatılmaz, “Memleketinden ötürü” denilip geçilir. Bazı okurlar anlar bazıları anlamaz.

Başka bir cümleyi örnek vereyim. Şöyle yazıyor İhsan Oktay: “ÖYediği halt bununla da kalmaz, bir yandan da Rabile nam bir Fransız’ın kaleme aldığı Kögrantüa adlı müstehcen eseri, bu kitap kendisine söve dövüle ezberletilmiş Arap uşaktan dinlerdi.”

Eğer okur, 16. yüzyıl Fransız yazarı Rabelais’yi ve onun “cismani zevkler”e düşkün baba-oğul iki devi anlattığı “Gargantua ve Pantagrel’in Hayatı” adlı beş ciltlik romanını biliyorsa ne ala. O zaman kitabı okutan “Allahsız Paşaoğlu”nun hedonist hayatı üzerine bir fikir edinebilir. Ama bilmiyorsa acayip laflar edilmiş diyerek bu bölümü hızla geçebilir. Çünkü yazar bize bunu da anlatmıyor. İş okura kalıyor.

Aslında İhsan Oktay üzerine daha kapsamlı, uzun metinler yazabilirim ama gazete yazısı çerçevesinde şimdilik bu kadarla yetinmek zorundayım.

Benim için İhsan Oktay’ın en çekici yanı, okur olarak bir sonraki romanını dört gözle beklemektir. Çünkü yazar, zihnindeki fantastik evrenin kapılarını yarım da olsa aralayarak, bize harikalar diyarını bir parça görme imkânı veriyor.

Zülfü Livaneli

***

5 Eylül 2012 Çarşamba

Mutluluk

Yazar: Zülfü Livaneli
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 392  
Basım Tarihi: 2011, 71. Baskı

Okunmayı bekleyen kitaplar stokumu eritmeye çalıştığım yazın şu son günlerinde, okumak için Mutluluk'u seçerek son derece yerinde bir iş yapmışım. Diğer Livaneli kitapları gibi bu da bir solukta bitti. Kitabın olay örgüsünü o kadar beğendim ki vakit kaybetmeden Abdullah Oğuz'un kitaptan uyarladığı Mutluluk filmini de izledim üstüne. Ama filmden, kitaptan aldığım o tadı alamadım. Bir kere kitaptaki olaylar çok yüzeysel olarak ele alınmış, kitaptaki derin karakter tahlilleri çok iyi işlenmemiş ve hikaye sadece Meryem üzerinden anlatılmış. Kısacası yönetmen kitaptan çok kendi kafasındaki hikayeyi anlatmayı tercih etmiş. Bu bağlamda töre kurbanı bir kadının hikayesini anlatmakta başarılı mı diye bakarsak; evet başarılı diyebiliriz.

Romanda Livaneli toplumsal olaylara ilişkin gözlemlerini üç farklı karakter aracılığıyla aktarıyor bizlere. Tecavüze uğradığı için ailesi tarafından ölüme mahkum edilen Meryem, onu öldürmekle görevlendirilen kuzeni Cemal ve (içsel) bir yolculuğa çıkan Prof. İrfan Kurudal'ın kesişen hayatlarının hikayesi çok başarılı anlatılmış. 

Arka Kapak:
Meryem: Van Gölü kıyısındaki bir kasabada, Allah’ın kendisini 
sevmesinden başka bir şey beklemeyen 17 yaşında bir kız. Şeyh amcasının tecavüzüne uğramış. Bir töre cinayetine kurban gitmek üzere.
Prof. Dr. İrfan Kurudal: İstanbullu tanınmış bir aydın. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış. Sahip olduğu her şeyi geride bırakarak, teknesiyle amaçsız bir Ege yolculuğuna çıkıyor. 
Cemal: Gabar Dağları’nda PKK peşinde koşmuş bir komando. Askerliğini bitirip eve döndüğünde ömrünün en zor göreviyle karşı karşıya kalıyor: Ailenin yüzkarası amca kızını töre gereği öldürmesi gerekiyor. 
Her biri mutluluğu arayan Meryem, İrfan ve Cemal, kendilerinin, birbirlerinin ve ülkenin ruhunun derinlerine doğru çalkantılı bir yolculuğa çıkıyorlar. Peki, onları neler bekliyor?

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Uçurtma Avcısı


Yazar: Khaled Hosseini
Yayınevi: Everest Yayınları 
Çevirmen: Püren Özgören
Sayfa Sayısı: 356  
Basım Tarihi: 2012, 23. Basım

Okumak için uzun zamandır kitaplığımda bekleyen bu kitabı okumaya nihayet dün başladım ve soluksuz bitirdim. Gerçekten -her ne kadar bazı yerlerde tesadüflere abartılı şekilde yer verilmiş olsa da- bu kadar popüler olmasını hak edecek kadar güzel bir kurgusu vardı. Yazarın oluşturduğu olay örgüsü kadar sözcükleri kullanımı da oldukça etkileyiciydi. 

Kitap, zengin bir babanın oğlu olan Emir ve hizmetkarları Alinin oğlu olan Hasan'ın Afganistan'da geçen çocukluklarıyla başlıyor. Kitabın sonuna kadar dostluk, sadakat, ihanet, etnik kökenin doğuştan getirdiği haklar, haksızlıklar, Afganistan'ın dönüşümü ve içsel hesaplaşmalara şahit oluyoruz. 

Okurken hayatı sorgulatan ve aslında o kadar da adil olmadığını hatırlatan bir kitap. 

Ah sevgili Hasan; "Senin için bin tane olsa yakalarım."

Arka Kapak:
Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur. Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. 

Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz. 

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor. 

Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...

28 Ağustos 2012 Salı

Çavdar Tarlasında Çocuklar


Yazar: J. D. Salinger
Yayın evi: Yapı Kredi Yayınları
Çevirmen: Coşkun Yerli
Sayfa Sayısı: 198
Basım tarihi: 2011, 27. Baskı

Bazen, bazı kitapları okumaya başlamak için kendimi o kitabı okumak için hazırlamam gerekiyor. Neden böyle yapıyorum bilmiyorum ama Çavdar Tarlasında Çocuklar da maalesef benim için aldıktan uzun bir süre sonra okumaya başladığım kitaplarımdan biri oldu. Maalesef diyorum çünkü kitabın daha ilk cümlesinden itibaren okumayı bu kadar ertelediğim için pişman oldum. Bir kere dili çok akıcı ve samimi. Bu kitap Salinger'ın okuduğum ilk kitabı, sanıyorum ki son kitabı da olmayacak. Sırada bekleyen Franny ve Zoe, Dokuz Öykü kitapları var. 

Kitaba dönersek; romandaki olaylar  Holden Caulfield isimli bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Holden Caulfield, on altı yaşında ve yaşının getirdiği gelişim döneminin özelliklerini uçlarda yaşayan bir çocuk. Çevresindeki insanların sahtekarlığından, büyümenin getirdiği sorumluluklardan uzak kalmaya çalışıyor. Bu sebeple bulunduğu yerden kaçıp uzaklara giderek, sağır ve dilsiz gibi görünerek hayatını oralarda devam ettirmek istiyor.

Tüm Salinger kitapları gibi bu kitap da, -bildiğim kadarıyla- yazarın isteği üzerine ülkemizde de kapağında resim olmadan basılmış. Kitabın içeriğiyle ilgili ayrıntılara yer veren kitap kapakları okurken hayal gücünü sınırlandırdığı için, ben de olmamalarından tarafım. Fakat bu kitabın ne yazıkki arka kapağı da bomboş! Kitap satın alırken ilk iş olarak arka kapak yazısını okuduğumdan bu durumdan pek hoşlanmadım. Çünkü arka kapakların -içerik hakkında ayrıntı vermeyen arka kapakların demek daha doğru olcak gibi-, kitap hakkında genel bir izlenim verdiğine inanıyorum. Bu yüzden faydalı buluyorum. Sanırım Salinger kitaplarını okumayı erteleyişimde biraz da bu etkili. 

“…Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum  gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben çavdar tarlasında çocuklar yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey.”

26 Ağustos 2012 Pazar

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Yazar: Erich Maria Remarque

Yayınevi: Everest Yayınları
Çevirmen: Burhan Arpad
Sayfa sayısı: 216
Basım tarihi: Mayıs 2012

Altını çizdiğim bölümler:
"Biz on sekiz yaşındakiler için onlar (öğretmenler), yetişkinler dünyasına aracılık ve yol göstericilik yapacaklar; iş, görev, kültür, ilerleme ve yarının yolunu onlar göstereceklerdi. Onları zaman zaman alaya aldığımız ve küçük oyunlar oynadığımız olurdu, ama aslında onlara inanıyorduk. Onların temsil ettiği otorite kavramını bizim kafalarımız, daha büyük bir anlayış ve daha insanca bilgiyle bir tutuyordu. Fakat gördüğümüz ilk ölü, bu inancı parçaladı. Bizim yaştakilerin onlardan daha dürüst olduğunu anlamak zorunda kaldık. Onların bize olan bütün üstünlüğü süslü cümleleri ve açıkgözlülükleriydi. İlk yaylım ateş bize yanlışımızı gösterdi ve onların öğrettiği dünya görüşünü çökertti." (s. 9-10)

"On haftalık bir askerlik eğitimi gördük ve bu sürede on yıllık okuldan daha etkili değiştirildik. Parlatılmış bir düğmenin Schopenhauer'ın dört cildinden daha önemli olduğunu öğrendik. Ahlaki değerlerin değil kundura fırçasının, düşünün değil sistemin, özgürlüğün değil zorbalığın daha ağır bastığını önce zorla, sonra öfke ve kayıtsızlıkla öğrenmiş olduk. Askere hayranlık ve iyi niyetle koşmuştuk. Ama bunları içimizden söküp uzaklaştırmak için her şey yapıldı. Süslü üniformalı bir postacının üzerimizde, eskiden ana babalarımızın, eğitmenlerimizin ve Eflatundan Goethe'ye kadar bütün bir kültür çevresinin etkisinden daha fazla kudreti bulunduğunu ise üç hafta sonra hiç yadırgamıyorduk artık." (s. 17)

"Toprak, herkesten çok asker için önemlidir. Bir asker bedenini şöyle bir toprağa bastırdığı, ateş korkusuyla yüzü ve her yanıyla kendisini toprağa gömdüğü zaman toprağı tek dostu, kardeşi ve anası bilir; korkusunu ve çığlığını onun sükun ve güven dolu kucağına boşaltır. Toprak da bütün bunları bağrına basar; bir hayata on saniyelik bir ömrü bağışlayıp sonra onu yeniden kavrar; hem de bir daha bırakmamak üzere kimi zaman." (s. 41)

"Bizler genç falan değiliz artık. Dünyayı fethetmek istediğimiz falan da yok. Kaçan kimseleriz. Kendi kendimizden kaçıyoruz. Kendi hayatımızdan kaçıyoruz. On sekiz yaşımızda dünyayı ve hayatı sevmeye başlamıştık. Sonra da aynı şeylere ateş etmek zorunda kaldık. Patlayan ilk obüsler, kalbimize rastladı. Eylemlerle, çabalarla ve ilerleyişlerle ilgimizi kestiler. Böyle şeylere inanmıyoruz; savaştan başka bir şeye inandığımız yok." (s. 66).

"Gencim, yirmi yaşındayım. Ama hayatta umutsuzluktan, ölümden, korkudan ve acı uçurumuna sürükleyen anlamsız bir dıştanlığın kösteklemesinden başka bir şey tanımıyorum. Milletlerin birbirlerine zorla düşman edildiğini ve hiç ses çıkarmadan, hiçbir şey bilmeden budala, uysal ve bönce birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki beyinlerinin, bütün bunları daha ustaca ve daha devamlı yapmak için yeni silahlar ve yeni laflar bulduklarını görüyorum. Benim kuşağımın bütün insanları, ister bu taraftan, ister karşı taraftan olsun, bütün dünyadakiler de benim gördüğü gibi görüyor ve bunları benimle birlikte kuşağım da yaşıyor. Günün birinde savaşsız bir döneme kavuşursak acaba bizlerden ne umarlar? Yıllar boyunca bütün işimiz gücümüz adam öldürmekti. Hayatta ilk mesleğimiz buydu. Hayat üzerine bilgimiz ölümle sınırlanıyor. Bundan sonra daha neler olacak? Bizler ne olacağız?" (s. 194) 

Arka Kapak:
Savaşın incittiği insanlara bir ses veren Erich Maria Remarque, bize hatırlattıklarıyla her zaman el üstünde tutulması gereken bir yazar. Savaşın dehşetini, beraberinde getirdiği yıkımı, insanoğlunu birbirine nasıl yabancılaştırdığını birinci ağızdan, çarpıcı bir şekilde dile getiren Remarque, savaşla ilgili bildiğimizi sandığımız gerçekleri sorgulamamızı sağlarken, edebiyatın ne kadar güçlü ve ölümsüz bir kaynak olabileceğini de bir kez daha kanıtlar.

Remarque’ın, I. Dünya Savaşı’ndaki bir grup askerin hikâyesini on dokuz yaşındaki bir çocuğun gözlerinden anlattığı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, yayımlandığı günden bu yana, devamı niteliğinde olan Dönüş Yolu’yla birlikte tüm dünyada büyük ilgi görmeye devam etmekte. Canlı çarpışma sahnelerinin yanı sıra savaşın abesliğinin ve askerlerin ıssızlığının vurgulandığı cephe arkası bölümleriyle de okuru içine hapseden roman, Yaşar Kemal’in sözleriyle “bugün de taptaze, bugün de her okuyucusu tarafından yeniden yeniden yaratılarak uyarıyor, direnme gücü veriyor.” 20. yüzyıl dünya edebiyatının bu önemli yapıtı, şimdi Everest Yayınları’nın dünya klasikleri dizisindeki yerini alıyor.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Yedinci Gün Müjdesi



İletişim Yayınlarından yapılan açıklamaya göre, İhsan Oktay Anar beş yıl aradan sonra yeni kitabı Yedinci Gün'le Eylül ayında okuyucusuyla buluşuyor. Ne güzel haber. Bir an önce alıp okumak ve burada paylaşmak için sabırsızlıkla bekliyorum.

İhsan Oktay Anar'ın yayınlanmış beş kitabı var: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrasiyab'ın Hikayeleri (1998), Amat (2005), Suskunlar (2007).

12 Ağustos 2012 Pazar

Engereğin Gözü

Yazar: Zülfü Livaneli
Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 1. Baskı 1996, Can Yayınları
                  8. Baskı  2012, Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 147

Yalın ve akıcı dili nedeniyle en sevdiğim yazarlardan biri olan Zülfü Livaneli'nin kaleminden çıkan Engereğin Gözü, 17. yüzyıl Osmanlı Döneminde geçiyor. Tarihi bir roman olmaktan çok, Z. Livaneli'nin de dediği gibi; tarihi, dekor olarak kullanarak insan psikolojisinin derinliklerine inen bir roman. Topkapı Sarayında yaşanan olaylar, Habeşi haremağasının gözünden anlatılıyor. 


Romanda geçen önemli karakterlere değinmek gerekirse;
Daha çocuk yaşta doğduğu topraklardan koparılan Habeşi Süleyman, hadım edilerek saraya getirilir ve burada haremağası olur. İktidarın görkemini görmüş ve her daim ona yakın durmaya çalışan bir adam tipi. Haremağasının roman boyunca kendini kimi zaman saray soyundan gelenlere denk görüp, kimi zaman da bir böcek kadar değersiz olarak algıladığını görüyoruz. 

Valide Sultan'ın en büyük korkusu bir başka kadının dört kıtaya yayılan iktidarına ortak olmasıdır. Tahttaki oğlunun gönlünü bir sultana kaptırmasına engel olmak için küçük yaştan beri oğlunu kadınlardan uzak tutmuş, imparatorluktaki oğlanları onun koynuna sokarak, kadınlardan uzak duran bir mizaca sahip olmasına neden olmuştur. İktidar uğruna öz oğlunu sapık yapan, öteki oğlunu da tahttan indirip hapse attırarak feci sonunu hazırlayan, torununu öldürmek üzere tuzaklar hazırlayan bir kadındır. Oğlunun yerine geçen yedi yaşındaki torununun, annesinin etkisinde kalması üzerine yeni bir rekabetle kaşrılaşan Valide Sultan, helvacıbaşıya iki kavanoz zehir vererek torununu öldürmek ister. Fakat bu durum bir cariyenin ihbarıyla ortaya çıktıktan sonra yeniçeriler tarafından feci şekilde öldürülür. 

Tahta çıkan abisinin tüm kardeşlerinin katlini emir vermesiyle öldürülecekken, son anda Valide Sultan'ın devreye girmesiyle hayata tutunan Padişah, ömrünün ilk yarısını kafes arkasında celladını bekleyerek geçirmiştir. Abisinin ardından tahta çıkan padişahın ömrünün son bölümü de yine Valide Sultan'ın oyunlarıyla penceresi örülmüş, kilidne kurşun dökülmüş çinili odada ölümü bekleyerek son bulmuştur.


Arka Kapak:
Yıllardır Topkapı Sarayı'ndaki hücresinde kapalı tutulan Şehzade, hiç beklemediği bir anda tahta çıkarılır, böylece iktidarın tek sahibi olur. Haremağası Süleyman ise Habeşistan'dan koparılıp hadım edilerek saraya getirildiğinden beri onun en sadık kulu ve -iktidarsızlığına rağmen- Harem'in tek hakimidir. Valide Sultan'ın iktidar hesaplarıyla oğlunu yeniden hapsettirmesi, ilişkileri iyice içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. 
Engereğin Gözü, Haremağası ile Padişah arasındaki köle-efendi ilişkisi aracılığıyla, "bakışıyla her canlıyı kımıltısız hale getiren bir engereğin bile gözünü kamaştıran" iktidarın büyüleyiciliği üzerine alegorik bir roman. Bir yanıyla da bir "dil şöleni": Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi'nin Naima'nın ve Türkçe'nin büyük dil ustalarının izini sürüyor. 

Merhaba Blog!

Merhaba. Ben S. Burası benim okuduğum kitaplar hakkında küçük notlar almak için kullanmaya başladığım yeni blogum. Geriye dönüp baktığımda, geçmiş zamanda okuduğum kitapların içeriğini çok net hatırlayamamam beni böyle bi uygulamaya yöneltti. Umuyorum ki burayı sık sık ziyaret eder ve okuduğum kitaplar hakkında üşenmeden kısa notlar yazar veya onlardan alıntılar yaparım.